Tol

   “Fiziki haritayı daha çok severdim. Dünya bir bütün olurdu çünkü o zaman, sınırlar kaybolurdu ve benim için bütün o kesik çizgilerle birbirinden ayrılmış ülkeler varılabilir, görülebilir bir coğrafya haline gelirdi.”
   Sizi bir adım daha atmaktan alıkoyan nedir?
   Attığınız o adım ile birlikte özgür olacağınızı düşünüyorsanız...
   Nedir o adımı atmaktan alıkoyan sizi?
   Atamıyorsunuz, atsanız özgürsünüz. Atamıyorsunuz.
   Sizi görünmeyen bir bağ ile bağlıyorlar, özgür değilsiniz.
   Değil misiniz?
   Özgürlük sizin elinizde değil mi? Adım atmak size kalmış.
   Atmamanız söylendi diye direnmeyecek misiniz?
   Özgürlük için o adımı atmak çok mu zor?
   Ne kaybedeceksiniz? Sevdiklerinizi, canınızı?
   Vazgeçemiyorsunuz değil mi?
  
   "Bu sefilliğimin nedenleri üzerine uzun uzun düşünecek vaktim de yoktu. Otuzlu yaşlarında insanın en az sahip olduğu, sahip olduğu yıllara karalar bağladığı şeydi vakit. Bazıları için vaktin kendine uygun işlerle buluşup, tek bir hücreye sığışıp, bir hale yola konulduğu oluyordu elbet. Ama benim gibiler için, kendine göre yatak bulamamış, bulacağa da benzemeyen bir hayatın bütün ferahlıkları es geçerek azalttığı bir vakitle, ancak azap verici bir karşılaşma söz konusuydu. Tabelada sürekli şöyle yazan bir karşılaşma:
Vakit: 1 – Tavuk: 0.
Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun:
Hayat: 5 – Balık: 0."

     Hayatta vazgeçecek hiçbir şeyi kalmamış, kıyıda köşede yaşayan, sessiz bir adam. Bir musahhih. Sıradan bir işçi. İşi kolay öğrenip çabuk yapan zeki bir musahhih. Sayfalar düzeltip, virgül atlamayan bir musahhih. Bölücü, terörist, mimli ve bu şartlarda patronunun birlikte çalışması namümkün bir musahhih. Ortada yaşadığına dair tek bir iz bile bırakmadan kaybolmak isteyen, işin trajik mi yoksa komik tarafı mı desem bilemiyorum, bunu çok rahat başarabilecek bir musahhih. İşte bu musahhih ile Şair'in, Diyarbakır'a giden bir trenin de öyküsü. Parça parça anlatılan bir öykü, parçalar birleştikçe sizi bağlayan, ustalıkla yazılmış bir öykü. Şiir gibi, şarap gibi, kan gibi yazılmış bir öykü. Sizi sarhoş eden, akıp giden.

   “Bir şeyleri gerçekten kanıtlamak için bir yerini kanatacaksın, kanayacak ki inansın sana karşıdaki.”
   Murat Uyurkulak, intikam romanında, edebi yönünden çok siyasi yönüyle belli bir duruşa sahip. Diyarbakır'a giden trende hikâyeler anlatılıp, içkiler içilirken tren dışında bombalar patlıyor. Hedefler belirleniyor, kararlar alınıyor; musahhihimiz yol boyunca hikâyelerini okurken, Şair sarhoş olurken. Tol yakın dönem siyasi tarihini de, kareler halinde kurguya sokuyor ve makara dönmeye başlıyor.

 -"Tol" ne demek?
-Kürtçe intikam. İki nedeni var bu kelimeyi kullanmamın. Kelimeyi çok sevdim, çünkü intikam biraz daha alışılmış, biraz daha gevşek bir kelime gibi. Tol biraz çekiç gibi. Bir de Kürtçe olması. Bu ülkedeki en büyük “kenardakiler”in dili. Ülkenin yüzde 90’ı yoksul, onlar zaten kenarda, kadınlar, eşcinseller... Ben Kürt değilim ama bir misafir olarak bu ismi koydum.

Yorumlar