Ne Kitapsız Ne Kedisiz

   "Varlığına alıştığım bir nesneden kopmak güç gelebilir. Yaşamak, pek çok şeyden kopmasını öğrenmektir de. Ama (ister yaşarken, ister okurken) başkalarında gördüğüm için varolduğunu öğrendiğim 'bir nesneye duyulan yakıp tüketici tutku', sanıyorum, bilmediğim bir şey. Bir nesneyi, hatta genel olarak bir 'şey'i, bütün varlığımla istemeği, yani içimden istemeği, ya da, birinden, bir başkasından istemeği, beceremedim. Avdan, avcıdan çok söz ettim, ama onlar nesne değil; onlar, yaşamın akıp gidişi içinde, kişinin temel tutumları. Avlığı, avcılığı becerdim mi ki? Avcı da, av da, kendileri üzerine bir şeyler düşünürler elbet; ama avı avcıdan, avcıyı avdan sormak gerekir; mutlaka!"
   Yaşamının sonuna doğru gelirken, artık kabukları sertleşmiş, yıllanmış bir ağacın görünümüne bürünürken, Karasu da, "Varlığına alıştığım bu nesnelerden koparken ben de güçlük çekecek miyim?" diye düşünüyordu. Durdu, hafifçe arkasına baktı. Sanki tüm geçmişi ardına dizilmiş de, bir bir her şeyi elden geçirmeye fırsat bulacak gibi. O da artık yavaş yavaş tüketiyordu zamanı. Artık pek bir şeye vakti kalmamıştı. Ne avlanmaya, ne de avcıdan kaçmaya; kök salmıştı, her yaşlı ağaç gibi beline inecek baltanın düşüyle yaşıyordu belki de. Vaktinde, avdı. Avcıdan sordular kendisini. "Zor," dedi avcı, "onun yaşamı da, geçmişi de zor oldu." Avcı oldu Karasu; ava sordular. "Yüreği," dedi av, "yüreği kocaman bir adamdı." O yüreği kocaman adam şimdi, kendisini yıkacak baltanın gölgesi altında, el atmış eski yazılarında, anılarında kayboluyordu.

   "Çocukluğundan beri bu oyunu oynar: Gözetlenme oyununu. Önceleri belki bir suçluluk duygusuydu bu: Kendisine dikilen göz Tanrının, anasının, büyüklerden birinin, sevmediği birinin gözü olur, kınardı o anda yaptığını. Adı konmadan yaşanırdı bu suçluluk. Şimdi ise gerçekten bir oyun: Kimi dakikayı, 'bakan, gören varmış gibi yaşamak'... Ancak bizim baktığımız kadar bize bakıldığı, gördüğümüz kadar görüldüğümüz yanılgısından, geç, güç sıyrılıyoruz. Bizim bir çift gözümüze karşılık sayısız çift göz almaktadır çevremizi. Bu gözler, sandığımızdan çok daha sık ilişir bize. Ne ki, Karasu'nun oynadığı oyunda, gözler, artık, yapılmakta olan işi kınayacak gözler değildir; yapılmakta olan iş, 'kınanacak bir iş' değildir zaten... Karasu kendi kendine bir şeyler anlatır, gözetlenme oyunu da o sıra oynanır. Bakan göz, o anlatılanı dinlemektedir. Nasıl gözse!.."
   "Eh", dedi kendi kendine o yüreği kocaman adam, "hani şimdi o gözler? Bak bir kendi gözlerin bir de şu Bıyık'ınkilerden başka göz var mı artık?.." Bıyık yavaşça elinin altına sokuldu Karasu'nun. Kanserli vücudunun yanında, sakat kedinin vücudunu hissetti Karasu da, Nilgün Sokak'taki o evin bodrum katında. "Artık," dedi  adam, o yüreği kocaman adam, "artık, kınanacak işler bile yapmıyoruz Bıyık! Artık sonlardayız, bak, üç beş dosttan da başka kimse uğramaz bu gölgeli eve." Mırıldanmalarını duydu Bıyık'ın. "Sakat kedi," diye düşündü, "kim bilir nerede yaraladın sen de ruhunu?" Neyse der gibi iç geçirdi. Bıyık'ı okşamaya devam etti, anıları okşamaya devam etti...

   "Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım, kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu anın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, ulaştığımız bu anı geçmişe yansıtıp yaşamak, yanlış bir iş, der oldu Karasu. Dünyayla, bu anla, artık ilişkisi kalmayan, dünyayı yalnız geçmişin korkuları içerisinden algılayan bir yaşlının ancak anılarıyla ayakta durabildiğini (dahası, durmasına yardım edilmesi gerektiğini) gördükten sonra... Geçmişimizi özümlemesini öğrenirsek, andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri -gerektiğinde- koparabiliriz; yaşam yoksullaşırmış, çevremiz genişlemez, daralırmış, dahası cenazemizin arkasından yürüyecek olanların sayısı... Varsın olsun. Olacaksa, o da. Yaşamayı öğrenmek gerek... Bu hesaplar yararsız."
   Zor oldu yaşamak, bu koca yürekli adam için de. Kim için zor değildi ki zaten bu hayat? Kim gözyaşlarını tutmayı becerdi ki acıları karşısında, bu adam tutabilsindi? Hem şimdi sırasıydı belki de, tükenen yaşamın şu son vakitlerinde, geçmişi düşünüp, acılar için, anılar için gözyaşı dökmenin. Vaktinde kendisi demişti; “Kendi anılarımız, başkalarının bizimle ilgili anıları... Anılardan başka bir şey değiliz.” diye. Anılar insanlar demek değil miydi? Hem neyden utanacaktı? Bir Bıyık vardı nasıl olsa, bir sakat kedi. Anılar için şimdi gözyaşı dökecekti ki, özümlesin. Gözyaşı dökecekti ki kopabilsin vakti geldiğinde, Nilgün Sokak'taki o evin bodrum katından, sakat kedisi Bıyık'tan, anılarından, ne kitapsız ne kedisiz geçen bir yaşamdan...

   *"Kimi zaman, bir yazının belki de en önemli yeri, can alacak noktası bir dipnottadır. Pek çok okur bu dipnotu atlar geçer, şöyle bir baksa, okusa bile. Yazının, gözle kulak arasında bir yerde yurtlandığını bilmeyen -ya da unutmuş- okurlardır bunlar."

Yorumlar

Yorum Gönder