Deniz Feneri

   "Öyle ise tüm bunların içinden nasıl çıkılıyordu? Bir insan başkaları hakkında nasıl yargıya varıyor, nasıl fikir yürütüyordu? Şundan bundan tutturarak nasıl oluyor da hoşlanıyorum ya da hoşlanmıyorum gibi bir sonuç çıkarıyordu? Hem, sanki, bu sözcükler de ne demekti?"
   Gün olur, gece olur, sorular, acılar, kaygılar, sözcükler... Sözcükler gerçekten de nedir? Nesneleri mi anlatır sözcükler? Tam anlamıyla karşılar mı her sözcük, her kavramı; sarıp sarmalayabilir mi gerçekten tüm varlığıyla, kaosun hüküm sürdüğü zihnimizde iç içe geçmiş, kayıp ve yitik hisleri, kavramları? Sözcükler anlamını yitiriyor artık sevgili okuyucu, bir bir kayboluyorlar zihnimizden, kavramları da beraberinde götürerek.

   "İşte hep kendini sonunda, istesin istemesin, böyle denizin yavaş yavaş kemirdiği bir toprak parçası üzerinde bulur ve orada bırakılmış bir deniz kuşu gibi tek başına dururdu; bu onun yazgısı, ona özgü bir şeydi; işte onun asıl gücü, asıl üstünlüğü buradaydı; tüm fazlalıkları birden silkip atmak, özleşmek, küçülmek, bedence bile daha hafiflemek, daha yalın görünmek ve yine de kafa gücünden hiçbir şey yitirmemek; kendi küçük toprağı üzerinde durup, insanların içinde bulunduğu bilisizliğin, aymazlığın karanlığına meydan okumak, bizim bir şeyden haberimiz yok ama deniz, üzerinde durduğumuz kara parçasını alttan alta durmadan kemirmektedir, diye düşünmek - işte bu onun yazgısı, onun yeteneği idi."
   Üzerinde durduğumuz kara parçası, etrafımızı saran lanetli deniz tarafından kemiriliyor artık. Bütün kavramları, bütün değerleri yutuyor bu deniz. Geri vermemek üzere çekiyor içine. Kaybediyoruz, her şeyi. Şeyler, kavramlarını yitiriyorlar; sözcükler çekilip alınıyor bizden. Her seferinde bir sözcük yitiyor, her seferinde bir kavram. Bir şey hiçbir zaman bir sözcük olamadı. Bir şey hiçbir zaman bir şey olamadı. Hep kendi hareketiyle çoğaldı, kendi kavramlarını yarattı. İnsan da böyle. Her zaman yitiren ve her zaman çoğalan nesne. Düşüncelerde. Düşüncelerde. Ve düşüncelerde. Arı vızıltılarını siz de duyuyor musunuz? Hiç susmuyorlar. Sanki. Düşüncelerde.

   "Öyleyse diye sormuştu kendine, insanlar böyle bir kapalı kutu oldukları halde, nasıl oluyor da onlarla ilgili şöyledir, böyledir diye yargılara varabiliyoruz? İnsan tıpkı bir arı gibi, havada, elle tutulamaz, dille tadılamaz bir tatlı ya da acının ardına düşüp o kubbe gibi kovanın çevresinde gidip gidip geliyor, tek başına, ülkeleri kaplayan ıssız gökleri dolaştıktan sonra, sesle, devinimle dolu kovanlara geliyordu. Bu kovanlar insanlardı."
   İnsan, düşüncelerde yaşayan ve düşüncelerde varlığını sürdürebilen nesne. İnsanın düşünceler ile bağını koparmak, onun ölümü ile eş değerdir. Bu, onu insan bedenine kapatılmış bir hayvana dönüştürür. İnsan düşüncelerinde yaşar. İnsan sürekli düşüncelerinde hareket eder. İnsanı insan yapan, iki ayağı üzerinde dengede durabilmesi değildir; düşünceler arasında tadılamaz bir tatlı ya da acı peşinde uçmasıdır.
   Mrs. Ramsay ve Lily arasında bir yaşam, Virginia Woolf'un ördüğü duvarlar arasında bir dünyada. Belki de Virginia Woolf'un kadın ve kadının toplumdaki yeri üzerine hazırladığı tiyatronun senaryosu. Ya da romanın kurgusu. Ya da yitirdiğimiz sözcüklerden, kavramlardan biri pekâlâ. Anımsayamıyorum... Düşüncelerinden kopan ve insan olmayı yitiren, toplumun kadını gördüğü yerde duran, insan olmayı bırakıp, hayvan bedeni üzerinden türün devamlılığını sağlamak için çabalayan Mrs. Ramsay bir uçta; diğer uçta ise nesnelerin görüntüsünün ardında yaşayan, insan olmanın ve sanatın peşini bırakmayan Lily.
   Virginia Woolf'un Deniz Feneri. İletişim Yayınları'ndan. Meselimin sonuna gelirken diyorum ki; okuyun.

Yorumlar